Sporseverlerin izlediği spor dallarında belkide en sevdiği anlar geri dönüşlerdir. Bu anların biraz daha dramatik olanları ise eğer bir takım daha önce başarılı olmuş şampiyon bir takımsa ve o an ki performansı ile eski günlerini aratıyorsa, karşısında ise o dönemin en formda takımı varsa ve bazen yenilmez denilecek seviyede oynuyorsa işte o iki takımın mücadelesi keyiflerin en büyüğü olabilir. Örnek vermem gerekirse en taze olanı sanırım Londra 2012’de kadınlar voleybol’un da Brezilya’nın şampiyonluğu olabilir. Son olimpiyat şampiyonu Brezilya gruba çokta iyi başlayamadı ve son maçlarda çıkma şansı kendi ellerinde değildi. Ama 2008’de olduğu gibi finalde karşılacakları ABD’nin Türkiye’yi yenmesi sonucu çeyrek finale kalmışlardı. Çeyrek finalden finale kadar nispeten kolay gelen Brezilya, finalde ağır favori görülen ABD’ye karşı ilk sette kocaman bir tokat yemelerine karşın, ayağa kalkıp maçı kazanmayı bildiler ve ünvanlarını korudular. Bende bu yazıda farklı bir sporda olsa bu anlardan birine tanık olduğum bir maçı anlatmaya çalışıcağım.
“Michael Jordan yoksa şampiyonluk ortadadır.” denildiği o 2 senelik dönemde Houston Rockets ilk senede Game 7’a kadar giden New York Knicks NBA Final serisinde 4-3 ile NBA şampiyonluğuna ulaşıyordu. Ertesi sezon ise Houston beklenen performansın uzağında normal sezonu 6. sırada tamamlıyor ve playofflar başladığında ise artık favori olarak görülmüyordu fakat ilk turda en iyi 2. galibiyet yüzdesine sahip Utah Jazz’i 3-2 ile geçiyordu. Bir sonraki turda ise Phoenix Suns karşında 2-0 daha sonra da 3-1 geriye düşüyordu. Ama oradan geriye gelerek 3-3 yapıyor ve 7. maçta deplasmanda bitime 7.1 saniye kala Mario Elie’nin attığı 3 sayılık basket ve maçın sunucusu Greg Gumbel’ın söylediği şekilde ‘Kiss
of Death’1 ile öne geçip maçı kazanıyordu.2 Konferans finalinde ligin normal sezonda en başarılı takımı Spurs’ü 4-2 ile NBA finalinde ise Orlando Magic’i 4-0 ile süpürerek tekrar şampiyonluğa ulaşıyordu. Ve şampiyonluk seramonisinde takım koçu Rudy Tomjanovic’in söylediği efsane söz ise akıllara çivi gibi kazınıyor, dillere pelesenk oluyordu; “Don’t ever underestimate the heart of a champion!”
Rudy Tomjanovic’in söylediği spor tarihinin en güzel cümlelerinden birinin karşılığı Aralık 2002 yılında oynandı. Ender Bilgin’in maçları anlattığı, Kanal D’nin yayınları yaptığı dönemden sonra o sene NBA maç yayınlarını ilk defa NTV yayınlıyordu. Hatırlarsınız, maçlar cumartesi sabahı verilirdi. Okulun hafta sonu tatiline girmiş olmasının verdiği sevincin yanında, zap yaparken NTV’de gördüğüm “Los Angeles Lakers – Dallas Mavericks maçı bu gece saat 02:30’da NTV’de” reklamının ardından yaşanan anlık sevinç katsayım anlatılmazdı. Tabi bu sevincin büyük sebebi Lakers taraftarı olmamdan da kaynaklanıyordu sanırım. Maç saatine kadar benim en büyük sorunum uyku olacaktı. Okuldan dolayı erken yatıp erken kalkmaya alışmış bünye için 2:30’a kadar beklemek pek sıkıntı olmasada maçın yaklaşık 5:30 civarında biticek olması büyük sıkıntı olabilirdi. Genelde o dönem kalkılan NBA maçlarının devre arasında uykuya kurban gitmesinden dolayı bu maç için özel kafein depolaması yaptığım doğrudur.
Maça gelmeden o dönemin kısa bir özetini geçmek maçın durumunu daha net gözönüne serebilir. Çünkü Lakers son 3 senenin şampiyonu olarak girdiği 2002-2003 sezonuna felaket bir başlangıç yapmıştı. İlk 12 maçta Shaq’ın sakatlandığından dolayı oynamamasının da etkisi olsada, geldikten sonra da alınan sonuçlar hayal kırıklığıydı. Dallas karşısına çıkarken Lakers’ın 7 galibiyetine karşı 13 mağlubiyeti vardı. Yani son 3 senenin şampiyonu ilk 20 maçta galibiyet oranı %35’ti, akıl alır gibi değil. Diğer yanda Dallas ise franchiselarının belkide en görkemli sezon başlangıçlarını yapmışlardı, 17-1. Alınan sonuçlar, oynanan basketbol Dallas için beklentileri gitgide yükseltiyordu ve şimdi de karşısında son üç senenin şampiyonu ile deplasmanda verecekleri çok önemli bir sınav vardı. Maç başladığında etkili taraf Dallas Mavericks’di. Nash’in oyunu iyi yönlendirmesi, eski Laker Nick Van Exel’in üçlükleriyle ilk periyodu 29-24 Dallas önde bitirdi. 2. periyoda fırtına gibi giren Dallas sanki bu sezon patron biziz der gibi bir anda farkı açmaya başladı, Nowitzki’nin de devreye girmesiyle ilk yarı 28 sayı farkla 64-36 Dallas lehine bitti.İlk yarı sonunda Shaq 12 sayı ile oynarken Kobe sadece 2 sayı bulabilmişti. Maç bitti diye yatmayı da düşünürken, teaserlara dalıp 15 dakikayı geçirdim. Üçüncü çeyrekte fark bi ara otuza kadar çıksada 3. periyot 88-61 bitiyordu. Son çeyrek başladığında ne taraftarların ne de ekran başında benim bir umudum olmasada 92-69’dan bir anda üç buçuk dakikada Kobe’nin insanlıktan çıkıp, diğerlerininde ona eşlik ettiği ve seyircilerinde an ve an inanmaya başladığı sırada 15 sayılık seri ile fark 8’e inince ister istemez “Noluyor lan?” tepkisi verdiğim de doğrudur. O an molada ekran ikiye bölünmüş şekilde solda Jerry Buss’ı cool şekilde içeceğini yudumlar şekilde görürken, sağda Mark Cuban’ın benchin arkasında şaşkın şaşkın etrafa bakar şekilde gördüğümü hatırlıyorum. Artık bu maç Lakers için bir onur mücadelesi haline gelmişti. Taraftarlarına ve rakiplerine sezonun en formda takımı dahi olsa bizi yenmeleri için öldürmeleri gerekir mesajını vermek istiyorlardı. Saniyeler geçtikçe Lakers daha bir inanırken, Mavericks daha da tedirginleşiyordu. Dallas artık çemberi görememeye başladığı hucümlarında farkı foul çizgisine gelerek korumaya çalışıyordu. Son 2 dakikaya girildiğinde artık fark 3’tü. 100-97 Dallas öndeyken hucümdan boş dönüyor ve ribaundu alan Robert Horry topu Kobe’ye veriyor, Kobe’de hemen boşta Brian Shaw’u görüyor ve Shaw’da üçlüğü yolluyordu, “Bang!” 100-100. Kalan dakikarda ayakta maçı izlerken galeyana gelmemle ev halkını uyandırdığım söylentileri de doğrudur. Maçta ise Lakers, Horry’nin 2’de 1 atmasıyla 101-100 öne geçiyordu. Son 1 dakikaya girilirken Nash topu Ayhan Işık bıyıklı Nick Van Exel’e verdiğinde üstünde Kobe olduğu halde tereddüt etmeden üçlüğü kaldırıp gönderiyordu ve Lakers’a molayı aldırıyordu. Moladan dönüşte Lakers, Brian Shaw’un dipten gönderdiği şutuyla 103-103 beraberliği yakalıyordu. Dallas hucümunda 30 saniye kala içeriyi zorlayan Nash topu kaptırıyor, Lakers için öne geçme şansı geliyordu. Topu alan Kobe yavaş yavaş yarı sahaya gelirken salonda bu ‘filmin’ mutlu sonla bitmesini isteyen herkes ayağa kalkarak mucizeyi gerçekleştiricek son topun girmesi için dua ediyorlardı. 14 saniye kala yarı sahanın 1 metre önünde topu Brian Shaw’dan alan Kobe o sevdiği sağ çapraza doğru geliyordu. Hareketlenmeye başladığında karşısında bulunan bir zamanlar takım arkadaşı olduğu Nick Van Exel’in solundan spin yaparak jump-shot’a kalkıp topu elinden çıkardığında o şutun girmeme ihtimali yok gibiydi. Zira ilk 3 çeyrek 2/11 ile 6 sayıyla oynayan Kobe son çeyrek 8/8 ile 21 sayıyla başka bir boyuta geçmişti. Son hucümda Finley’nin şutu girmeyince maç 30 sayıdan geri gelerek 105-103 Lakers’ın üstünlüğüyle bitiyordu. Maç sonunda ise Mavericks’de yüzlerde şaşkınlık, Lakers’da ise sanki Game 7 kazanmışcasına bir sevinç vardı. İlk 3 çeyrekte oynanan ya da oynanamayan basketbol, 4. çeyrekte takımın yüreğini ortaya koymasıyla maçı dönülmez denilen yerden getiriyordu.
O sene Lakers normal sezonda kalan maçlarla birlikte 50 galibiyeti geçmesine rağmen playoff 2. Turunda Spurs’e elenmekten kurtulamıyordu. Muhteşem 3 sezonun ardından, Kobe-Shaq arasındaki anlaşamamazlığın artması ve diğer değişkenlerin etkisiyle Lakers başka bir döneme doğru yol alıyordu. Fakat bütün bu durumların ötesinde, Aralık 2002’de ki Dallas maçının benim anılarımda hep özel bir yeri olucaktır. Çünkü o maç bana inandığınız ve yüreğinizi ortaya koyduğunuz zaman kazanabileceğinizi göstermiştir.
2. Bu
galibiyet NBA tarihinde 2-0 ve 3-1’den geri gelip kazanılan ilk seri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder