29 Aralık 2012 Cumartesi

24 Aralık 2012 Pazartesi

En İyi 10 Spor Filmi



#10 - The Hurricane (1999)

60'lı yılların başında önemli bir orta sıklet boksörüne dönüşen Rubin 'Hurricane' Carter'ın talihsiz hikayesi. Dönemin mide bulandıran ortamından haketmediği şekilde ceza çeken bir adamın öyküsü. Duygusal yoğunluğun ve oyunculuğun nefis olduğu bu filmde başrolde Denzel Washington var. 
(Based on true story)

#9 - The Greatest Game Ever Played (2005)

Neden bu kadar underrated kaldığını anlayamadığım bir film. Belki de golf üzerine olmasından dolayıdır bilemedim. Bu arada golf hakkında bildiklerim Tiger Woods, delik ve sopa. Filme gelirsek, sizi içine çeken en büyük nokta 20'li yüzyılın başında ki dönemin harika yansıtılması. Konusuna gelirsek babası tarafından destek görmesede golfe sevdalı bir gencin hayalleri peşinden koşması işleniyor. Yaşamın kendisine yarattığı zorluklara rağmen yetenek ve inancın birleşmesini net şekilde görebiliyoruz.
(Based on true story)

#8 - Raging Bull (1980)

Jake La Motta'nın hayatının inanılmaz anlatıldığı bir Martin Scorcese filmi. Takıntılı, sorumsuz, kıskanç aynı zamanda bir o kadarda hırslı bir orta sıklet boksörünün zirveye çıkması ve daha sonra yaşadığı düşüşü anlatan bu filmde başrolde ise efsane Robert De Niro var. Martin Scorcese'nin çektiği 1980 En İyi Film Oscarlı, Robert De Niro ve Joe Pesci'nin oynadığı bir film için başka methiye düzmeye gerek yok, açın izleyin.
(Based on true story)

#7 - Remember The Titans (2000)

Lise futbolunun halk için büyük önemi olduğu Virginia'nın Alexandria kentinde ırkçılığın yüksek olduğu zamanlar. Siyah ve beyazlardan oluşan iki farklı lisenin birleştirilmesi sürecinde bu futbol sevgisinin testten geçmesi kaçınılmaz. Ve zor olan koçluk görevi Herman Boone(Denzel Washington)'dur.
(Based on true story)

#6 - United (2011)

Futbol tarihinin yaşadığı en büyük trajedilerden birinin anlatıldığı enfes bir film. Gencecik kadrosuyla başarıdan başarıya koşan Manchester United'ın belkide futbol tarihinin en başarılı takımlarından biri olması beklenirken yaşadığı kaza ve bu dram sonrasında küllerinden doğmaya çalışması. Her futbolseverin gözlerini doldurabilecek duygusal yoğunluk. Jimmy Murphy. Matt Busby. Bobby Charlton. Harry Gregg. Duncan Edwards... Tekrar tekrar izlenesi.
(Based on true story)


#5Any Given Sunday (1999)

Amerikan futbolunu sevenlerin büyük keyifle izleyeceği harika bir Oliver Stone filmi. Filmde takımımız Miami Sharks'ın başında ise Tony D'Atamo ile Al Pacino'yu buluyoruz. Takımdaki oyun kurucularının sakatlanması sonrası şans bulan Willie Beamen'ın takımdaki yükselişi sonrasındaki değişen dengeler ve bununla başa çıkmaya çalışan Tony D'Atamo. Filmdeki maç sahnelerindeki gerçeklik, kamera kullanımı sizi içine çekiyor. Ayrıca filmde savunma koçluğu yapan Montezuma Monroe'yi efsane running back Jim Brown, takımın kaptanı Luther 'Shark' Lavay'ı ise bir diğer NFL efsanesi Lawrance Taylor canlandırıyor. Ve filmde Tony D'Atamo'nun "Ne söyleyeceğimi gerçekten bilmiyorum" diye girdiği bir "Peace with inches speech" sahnesi vardır ki başa alıp alıp izlettirir kendini.

-On any given sunday, you're gonna win or you're gonna lose. The point is can you win or lose like a man ?



#4 - Million Dollar Baby (2004)

Büyün oyuncu Clint Eastwood'un yönetmen koltuğundaki en büyük filmi. Anlatımın sadeliği, dramın dozu sizi o kadar etkiliyor ki içinden çıkamıyorsunuz. Filmde müthiş boksörler yetiştirmiş antrenör Frankie Dunn'ın en önemli felsefesi, herşeyin üzerinde kendini korumaktır. Kızından kopmasından sonra insan ilişkilerinde kimseyle yakınlaşamayan Frankie'nin tek arkadaşı salona bakan Scrap(Morgan Freeman)'dir. Ve bir gün salondan içeri Maggie Fitzgerald girer...


#3 - Glory Road (2006)

Don Haskins, lisedeki kız takımlarını çalıştırarak başladığı koçluk kariyerine, Texas Westerrn Collage'inde erkek takımının başına geçerek devam etmesi isteniyor. Birçok fedakarlık ile ailesiyle birlikte Texas'a yerleşen Haskins'in, ırkçılığın had safhada olduğu dönemde kadrosuna siyahi oyuncuları katarak verdiği radikal kararlar ona zafer yolunu açacaktı. Hikayenin gerçek olması bir kenara basketbol filmlerinin en büyük problemi saha içinde o inandırıcılığı yaratamamalardır. Fakat bu filmin en büyük artısı o gerçekçiliği yansıtması. Basketbol adına yapılmış en iyi film.
(Based on true story)

#2 - Rocky (1976)

Listenin tartışmasız en popüleri. İzlemeyeni kalmamıştır sanırım, kalmamalı. Philadelphia'lı basit ve sıradan bir boksörün ünvan maçına uzanan hikayesi, çokta anlatmaya gerek yok. 1976 yılının Oscarlı filmi. 6 filmden oluşan serinin ilk ve en güzel filmi. Rocky, Adrian, Mickey, Apollo, Paulie, Tony...Her karakter o kadar özelki , her biri için ayrı ayrı kompozisyon yazılabilir. Ayrıca bir parantezde Bill Conti'ye açmak lazım, Rocky'i Rocky yapan o müziklere -Gonna Fly Now, Going The Distance- imza atan büyük ustaya da saygılar. 


#1 - Cinderella Man (2005)

Bu türde beni açık ara en çok etkileyen film. İyi bir ağırsıklet boksörüyken 1929'da başlayan Büyük Buhran ile birlikte herşeyini kaybeden adamın hikayesi. Ailesi ve çocuklarının geçimi için o zor zamanlarda aşık olduğu bokstan vazgeçip limanda işçi olarak çalışan adamın hikayesi. O dönemin zorluklarına rağmen ufacık umuttan tutkusunu yaşatmaya çalışan adamın hikayesi... Akıl Oyunları'ndan sonra yine Ron Howard'ı yönetmenlik koltuğunda Russell Crowe'u ise esas adam olarak görüyoruz. Aktrisimiz ise Renee Zellweger. Filmin kalite çıtasını yükselten en büyük etkenlerin başında ise Paul Giamatti'nin harika performansı geliyor. 
(Based on true story)

Kitlelerin Afyonu #43


Antonio Zago - Mircea Lucescu (2003)

19 Aralık 2012 Çarşamba

Once Upon A Time...

Sir Alex Ferguson - Ryan Giggs - Nicky Butt - David Beckham - Gary Neville - Phil Neville - Paul Scholes


Bu fotoğrafı hem "Kitlelerin Afyonu" hem de "Ben Gencken..." kategorilerine koyabilirdim ama özel olarak başlık açmak istedim. Üstteki fotoğraf 12 Nisan 1992 yılında Nottingham Forest'ı Lig Kupası finalinde 1-0 yenip kupayı kazandıktan sonra, alttaki fotoğraf ise 24 Mayıs 2011 tarihinde Manchester United- Juventus maçında yani Gary Neville jubile maçından sonra çekilmiştir. 

15 Aralık 2012 Cumartesi

Euroleague Normal Sezon Değerlendirmesi


Euroleague yönetimi bu sezon top 16 formatını değiştirerek, 8'erden 2 gruplu, 6 maç yerine daha uzun periyoda yayınlan 14 maçlık bir sistemi uygulamaya koyacağını açıkladı. Jordi Bertomeu'nun bu statü ile düşündüğü normal sezon ve top 16 arasındaki 4 haftalık ara ile top 16 ve playoff maçları arasındaki 3 haftalık arayı daha aza indirgemek. Sportif olarak çok daha fazla maçın oynanması tabi ki ekonomik olarakta pastanın büyümesi anlamına geliyor. Geçen seneye kadar[1] çarşamba ve perşembe oynanan maçlar bu sezon perşembe ve cuma günlerine alındı. Burada ki amaçta tabiki Avrupa ve Dünya'da ki en büyük futbol organizasyonu Şampiyonlar Ligi maçlarından kaçmak oluyor. Her ne kadar yapılan değişiklik ekonomik olarak pozitif etki yaratıcak olsa da parke üstünde normal sezon maçlarının değerini düşürmesi kaçınılmazdı. 4 takımdan oluşan 4 gruplu formatta normal sezonda yer alacağın sıralama ve torba, top 16 ve daha ilerisi için çok büyük bir öneme sahipken artık 1 ya da 4 olmanın farkı ortadan kalktı. 6 yerine oynanacak 14 maç ise top 16'daki underdog takımların playoff şansını minimize ediyor. Hâl böyleyken normal sezonu iyisiyle-kötüsüyle bitirdik.


A Grubu: Bu gruba makro olarak bakarsak çıkan ve çıkmayan takımlar için bir süpriz olduğunu söylemek yanlış olur. Şöyle ki grubun en zayıf halkası görülen iki takım Olimpija ve Cantu'nun bu gruptan çıkmaması doğal fakat averaj takımı olması beklenen Olimpija gencolarının verdiği mücadele, güzel adam Trinchieri'nin geçen seneye oranla daha kısıtlı kadroya rağmen yinede çıkma şansını final maçına kadar taşıması grubun keyfini arttırdı. Top 16 yapan takımlara gelirsek belki de transfer sezonunun şampiyonu olan Fenerbahçe'nin geçen sene olduğu gibi bileti son maçta alması bir kenara eldeki mevcut kadro ile oynayabileceği en kötü basketbolu oynuyor desek yanlış olmaz. F4 yapması için kurulan bir takımın normal sezon sonunda 24 takım içinde rebound sıralamasını sonuncu, asist sıralamasını 23. bitirmesi kabul edilemez. Euroleague'in en iyi kadrolarından birini "Bo olmadan kimliksiziz" diye değerlendiren koçun, şu görüntüyle top 16'da işi zor olacak. Avrupa'da içeride oynadığı son 16 resmi maçı[2] kazanan Khimki, mütevazi kadrosuyla Panathinaikos ve 2. vites ile normal sezonu grup lideri tamamlayan Real Madrid için ise süprizlerin olmadığı bir ilk tur geride kaldı.


B Grubu: Euroleague'in en zayıf grubunda ise önemli oyuncularını kaybeden ve bu sezon yaptığı Caner-Medley, Shermadini, Landesberg gibi transferlerinden neredeyse hiç verim alamayan Maccabi Tel-Aviv grubu lider tamamladı. Freeland'in NBA yolcusu olmasından sonra pota altını Barcelona'nın 2 önemli uzunu Vazquez ve Perovic ile güçlendiren Unicaja Malaga 10 maçta aldığı 8 galibiyet ile normal sezonu gayet iyi geçirdi. Büyük bir küçülmeye giden Siena ise en fazla sayı atan, en iyi 3'lük yüzdesi, ligin en çok asist yapan ve an az top kaybeden 2. takımı olup asist/top kaybı oranında açık ara lider olarak ilk turu 5 galibiyet ile tamamladı. McIntyre ve McCalebb'in olduğu dönemlerdeki gibi takımın sürükleyicisi yine oyun kurucu olan Bobby Brown. Bu seneki wildcard'ı kapan ve gruptan çıkan son takım Alba Berlin ise Deon Thompson'ın şahane performansıyla ilk turu geçmeyi bildi. Gruptan çıkmayı başaramayan Fransız ekibi Elan-Chalon ise bu sezon ellerinde tutmayı başardığı Blake Schilb'i seneye takımda tutması çok zor olacak. Normal sezonun en kötü takımı ünvanı ise B grubunu son sırada tamamlayan Asseco Prokom'a gidiyor.


C Grubu: Geçtiğimiz yüzyılın son Avrupa Şampiyonu Zalgris Kaunas, son 12 senelik Euroleague periyodunda başarılı olamadı. Bu sene Joan Plaza ile sezona başlayan Kaunas, kadrosuna Litvanya milli takımının oyuncuları Lavrinovic kardeşler ve Kaukenas'ı katarak takım içindeki Litvanyalı çekirdeğin kalitesini yükseltti. Mevcut kadroya Darden, Jaaber, Lafayette ve Foote gibi eklemelerde yapan Zalgris normal sezonun ilk bölümünü namağlup şekilde geçmesi bir kenara, oynadığı basketbol ile tartışmasız Euroleague'in en iyi takımı görüntüsünde. Gruba kötü başlayan son şampiyon Olympiakos ise oynadığı son 7 maçı kazanarak grubu ikili averaj ile Zalgris'in gerisinde 2. sırada bitirdi. Geçen seneye göre rollerin çokta değişmediği Olympiakos'ta sezon içinde Dorsey'nin ayrılmasından sonra takıma Josh Powell katıldı. Şampiyonluğun kazanılmasından daha zor birşey varsa o da şampiyonluğu korumaktır. Geçen sene underdog konumdayken bu seneye son şampiyon olarak gelen Olympiakos'un bu yolda işinin zor olacağı kesin. Efes'in geçen sene en büyük sıkıntısı delici oyun kurucu eksikliğiydi ve Farmar ile bu eksiği kapatmışlardı. Farmar'ın ilk 3 maçı 19-7-7 ile geçmesi bir anda her sene otomatik koyulan F4 hedefinin belkide en net olası görüleni oluyordu. Fakat daha sonra Farmar being Farmar olması ve Efes'in yine takım olarak fiyat/performans açısından en diplere inmesi takımın geleceğinin sorgulanmasına yol açtı. Baskonia'da ise Ivanovic'in kovulmasından sonra herkes Neven Spahija hamlesi beklerken bir anda Zan Tabak'ın açıklanması şaşkınlık yaratsada, Tabak son 3 maçı kazanarak zor görülen top 16 biletini son anda kapmayı bildi. Milano tarafı ise Efes için değindiğim f/p oranında kesinlikle en dipte olan takımı. Tek tek kadrodaki oyunculara baktığımızda müthiş bir malzeme olduğu su götürmez fakat 2 senedir bu malzemeden yemek yapmayı beceremeyen Scariolo için ise kapı gözüktü. Zagreb ekibinin ise bu zorlu gruptan çıkması süpriz olacaktı ama çok çok düşük olsada son maça kadar şanslarını korumayı bildiler.


D Grubu: Bu grup için öngörülen gerçekleşti. Barcelona ve CSKA'nın alıp başını gideceği ve kalan 4 takımın aralarında bir grup olduğu ve ilk 2'nin çıkacağını söylüyorduk ve öyle oldu. İkili averaj ile CSKA'yı geçen Barcelona için bu gruptaki en büyük nüans Rusya deplasmanıydı sanırım. CSKA'yı deplasmanda 21 sayı farkla yenmeleri ileriki turlar ve takımın çıtası için belirleyici bir nokta oldu. 44 milyon euro ile Euroleague'in en pahalı takımı CSKA'da ise Kirilenko kaybına rağmen Messina'nın gelişi bu takımın tek hedefi olan şampiyonluk hedefi için en doğru isim olduğu tartışılmaz. Kalan 4'lüden 6 hedef maçının 5'ini kazanan Beşiktaş daha 3 hafta varken top 16'yı garantiledi. Top 16'da süpriz yapmak için yeterli silahları olmasada Ewing ve Nalga transferleri Beşiktaş için pozitif olacaktır. Takımın skoreri olması beklenen Christopher'ın vasatın altında kalması 3 numara bölgesinde bir ihtiyaç doğurduğunuda ekliyeyim. Grubun son biletini acayip anların olduğu son maçta kapan Brose ise top 16'daki 2 Alman takımından biri olucak. Uzatmalarda bileti Brose'ye kaybeden Vujosevic'in şu Partizan takımını top 16'da göremeyecek olmak beni çok üzdü. Kadrodaki en yaşlı oyuncuların 2 tane 88 doğumlu oyuncu olduğunu ve bunlarında çok süre almadığını düşünürsek 20-22 yaş arası oyuncular ile verilen mücadele ve son topa kadar top 16'yı yakalama şanslarının olması bu takıma büyük bir saygı kazandırdı. Alınan 2 Amerikalı oyuncudan Torey Thomas yerine vasat bir guard bile tercih etmiş olsalardı belkide top 16'ya adlarını yazdıracaklardı. Grubun en zayıf halkası Rytas ise sınırlı kadrosuna rağmen 2 galibiyetle bu seneki macerasını tamamladı.


Normal Sezon Ödül Töreni

MVP 

Vassilis Spanoulis 

En İyi 5

G Bobby Brown 
G Vassilis Spanoulis
F Sonny Weems 
F Deon Thompson
C Aaron Baynes

En İyi İkinci 5

G Zoran Planinic
G Dimitris Diamantidis
F Blake Schilb
F Viktor Khryapa
C Shawn James

En Çok Gelişme Gösteren 3 Oyuncu

1. Deon Thompson
2. Pietro Aradori
3. Vladimir Lucic 

En İyi 3 Savunmacı

1. Viktor Khryapa
2. Stephane Lasme
3. Ricky Hickman

En İyi Koç

Joan Plaza

...............................................................................................................................................................................................


  1. Geçen sene maçların büyük bölümü çarşamba ve perşembe oynansada, çok çok az bir kısmı cuma oynandı.
  2. Khimki evinde en son 2010-2011 Euroleague normal sezonu 4. maçında Maccabi Tel-Aviv'e kaybetti.


11 Aralık 2012 Salı

Boks Tarihinin En Büyük Rekabeti: Muhammed Ali vs. Joe Frazier

Boks tarihinin en büyük, en popüler ve en ünlü rekabeti... İki farklı karakter, 3 tarihi karşılaşma, unutulmaz anlar, akıllara kazınan sözler: Muhammed Ali vs. Joe Frazier.

Muhammed Ali 1964 yılında Sonny Liston'a karşı ünvan maçını kazanarak aldığı kemeri 1967 yılına kadar 9. karşılaşmada korudu. "Vietnam'a gitmiyorum çünkü benim onlarla bir alıp veremediğim yok. Hiçbir Vietkong'lu bana zenci demedi." sözleriyle Vietnam savaşını anti-militarist söylemlerle protesto eden Ali'nin lisansı elinden alınıyor ve hapis cezasına çarptırılıyordu.

Muhammed Ali boks tarihinin en özel karakterilerinden biri olmasının en önemli nedenleri takındığı politik tavır, kendini beğenmişliği, aşırı özgüveni, medyatikliği, hazırcevaplığı, maçlardan önce rakiplerini küçümsüyen konuşmaları olmuştur. Joe Frazier ise dingin, sakin ve ağırbaşlı duruşuyla bu rekabeti daha ilginç kılıyordu.

Muhammad Ali, Sonny Liston'ı yendikten sonra dişine göre bir rakibi sonunda bulmuştu. Ali boks lisansını kaybettikten sonra piyasada hızla yükselen Joe Frazier, kemeri kazanmasına ve yenilgisiz olmasına rağmen hâlâ halkın gözünde gerçek bir şampiyon gibi görünmüyordu. Halk Muhammed Ali'nin gerçek şampiyon olduğuna inanıyordu. Smokin' Joe'da bu durumdan rahatsızlık duyuyordu.  Herkesin şüphesini yok etmek isteyen Frazier, Ali ile dövüşmeye can atıyordu. Fakat Ali'nin kelepçeleri vardı. Belki de sürekli söylediği "Greatest" sözünü kanıtlayacağı biriydi Joe. Fakat hâlen boks lisansı yoktu. Ali'nin affedilmesi konusunda Joe Frazier'ın, Ali'nin tekrar lisansı kazanması ile ilgili boks komisyonuyla konuşma yapması ve o dönemlerde zor günler geçiren Muhammed Ali'ye para yardımında bulunması bu rekabetin ne kadar derin ve saygı duyulması gereken bir altyapıya sahip olduğunun en net göstergesidir.

Ali'nin tekrar boks lisansını kazanmasından sonra ufukta görünen karşılaşma herkesi heyecanlandırıyodu. Dövüş yaklaşırken Muhammed Ali'nin değişen tavrı ise herkesi şaşırtmıştı en çokta Joe Frazier'ı. Frazier'a karşı sürekli agresif ve ağır açıklamalar yapan Muhammed Ali, rakibinin yeteneklerinden ziyade karakterine karşı imalarda bulunuyordu. Frazier'ın savaş ve diğer politik konularda sessiz kalmasına yükleniyor ve Frazier için Uncle Tom[1] benzetmesi yapıyordu. Frazier bunu bir ihanet olarak görmüş ve algılamıştı. Muhammed Ali'nin saldırılarına "O korkak Vietnam'a savaşmaya bile gelmedi ondan değil boksör, izleyici bile olmaz." sözüyle karşılık veren Joe geri adım atmıyordu. Karşılaşmaya artık az bir zaman varken saflar belli olmuştu. Siyahlar ve anti-militaristler Muhammed Ali'yi, Beyazlar ve muhafazakarlar Joe Frazier'ı destekliyordu.

Karşılaşma öncesi Ali'nin en büyük dezavantajı 4 senelik arada bokstan uzak kalması ve üst düzey maç yapmamasıydı. Zira Joe Frazier formuyla göz kamaştırıyordu. Karakterlerinin yanında stilleride farklı olan bu iki boksörden Ali daha hızlı ve çabuktu. Frazier'ın ise yumruk kuvveti daha fazlaydı. Zaman 8 Mart 1971'i gösterdiğinde boks tarihinin en büyük maçı yani asrın maçı[2] gelmişti. İki undisputed şampiyon ilk kez bir maçta karşı karşıya geliyordu. Madison Square Garden tarihinin en kalabalık anlarından birine sahne oluyordu. Dövüş başladığında ringde klasik Muhammed Ali yerine durgun bir Ali vardı. 6. raund'dan sonra Ali'de az da olsa yorgunluk göze çarparken Frazier karşılaşmada baskın duruma geçiyordu. Ali direk vuruşlarla Frazier'ı yıpratmaya çalışırken Frazier ise sağlı sollu yumruklarla net puanlar topluyordu. Ali gitgide yoruluyor, Frazier ise kondüsyonundan birşey kaybetmiyordu. 15. round geldiğinde ise puan olarak geride olduğunu bilen Ali, son round'a Joe'yu nakavt etmek için geliyordu. Son round başladığında hızlı girmek isteyen Ali hiç beklemediği bir anda çenesine aldığı sol kroşe ile yere düşüyor ve knockdown oluyordu[3]. Bu knockdown halen spor tarihin en özel anlarından biri olarak kabul görüyor. Ne olduğunu şaşıran Ali hemen ayağa kalksada yapacağı birşey kalmıyordu. Maç sonunda hakem kararıyla kazanan Joe Frazier artık tam anlamıyla gerçek bir şampiyon oluyordu. İki yenilgisiz boksörden Muhammed Ali kariyerinin ilk yenilgisini almıştı.



Joe Frazier artık rüştünü ispat edip intikamını almıştı. Kariyerindeki en büyük zaferi kazanan Joe Frazier ünvanını iki maçta daha koruduktan sonra George Foreman'a karşı şaşırtıcı derecede ezilerek büyük bir hezimete uğruyor ve kemeri kaptırıyordu. Muhammed Ali tekrar Joe Frazier ile ünvan maçına çıkmayı beklerken, ünvan maçını tayin edicek karşılaşmaya çıkmak zorunda kalıyordu. İlk maçın aksine daha sönük olmasına rağmen yinede maça beklenti yüksekti. Maç öncesi klasik Muhammed Ali vardı. Çirkin Goril lakabını taktığı Joe'ya "Frazier o kadar çirkin ki, ağladığı zaman gözyaşları kafasının arkasına kaçıp ordan akıyor." sözlerini sarfediyordu. İki dev yine ringe çıktığında 12 round'luk muhteşem bir maç daha geride kalır. Frazier ilk maçtaki baskınlığından uzak gözükmesi, Ali'nin daha aktif olması sonucu hakem kararıyla maçı Muhammed Ali kazanır.


Ünvan maçına çıkmaya hak kazanan Ali aynı sene "The Rumble in the Jungle" adı verilen Zaire'nin başkenti Kinshasa şehrinde George Foreman ile karşılaşıcaktı. George Foreman Zaire'ye, çıktığı 40 maçın tamamını kazanmış, 37'sini nakavt etmiş undisputed bir şampiyon olarak geliyordu. Maçın kesin favorisi Foreman'dır. Muhammed Ali'ye 1'e 8 oranında şans veriliyordu. Maç başladığında ise hiç kimsenin beklemediği bir Ali vardır. Sürekli Foreman'ın kendisine atak yapmasına izin veren ve sürekli rakibine "Bütün gücün bu mu George ?" sözlerini sarfeden Ali, rakibinin giderek yorulduğunu farkediyordu. 8. round'un bitimine 15 saniye kala Foreman'ın bir anlık duraksamanını müthiş kombine yumruklarla değerlendiren Ali, rakibini yere seriyordu. Muhammed Ali beklenmeyeni gerçekleştirmiş ve George Foreman'ı navakt ederek tekrar Dünya'nın en büyüğü olduğunu kanıtlamıştı. Artık Ali için tek amaç tekrar Frazier ile karşılaşıp kafalardaki bütün soru işaretlerini silmekti.

Son perdeye az kalmıştı. Organizatör Don King maçı en iyi şekilde pazarlıyordu. Bu sefer ev sahipliğini Filipinler yapıcaktı. "Thrilla in Manila" adı verilen efsanelerin son randevusu 1 Ekim 1975'de gerçekleşiyordu. George Foreman'a yenildikten sonra Joe Frazier asla eski Joe Frazier olamamıştı ve karşılaşmanın net favorisi Muhammed Ali'ydi. Maç şaşırtıcı derecede kontrol dövüşünün yerine yumruk yumruğa mücadele şeklinde başlıyordu. Bir süre sonra Joe'nun yumruk gücü Ali'nin dans ederek vur-kaç taktiğine dönmesine neden oluyordu. Maçın kontrölünü eline alan Frazier 12. round'a kadar maçı kontrölünde götürüyor ve Ali'ye çok zor anlar yaşatıyordu. Ali'nin o muhteşem dayanaklığı Foreman maçından sonra bir kez daha test ediliyordu. Son round'lara girerken Frazier'ı durduran yine kendisi oluyordu. Az bilinen ama yıllardır çektiği göz sorunu tam da bu anda devreye giricekti. Joe'nun sol gözünde bir görme problemi vardı ve Foreman maçı bu soruna büyük etki etmişti. Sağ gözüde Ali'nin yumruklarından şişmiş şekildeydi ve artık neredeyse kör dövüşüyordu. Ali bu durumun farkına varıyor ve kondisyonunu konuşturarak Joe'nun üstüne gidiyordu. Frazier artık Ali'nin yumruklarına dayanmaktan başka birşey yapamıyordu. Joe'nun o kocaman yüreği onu 14 round boyunca ayakta tutmayı başarmıştı. 14. round bittiğinde Frazier köşesine gitmekte dahi zorlanıyordu. Ali ise bütün efsaneliğine rağmen neredeyse pes edicek durumdaydı. Ali fiziksel olarak bitkinliğin doruk noktalarındayken çalıştırıcısı Angelo Dundee onu kendisine getirmeye çalışıyordu. Diğer köşede ise durum tam tersiydi. Antrenörlerinin bu gözler ile oynaman imkansız demesine ve belki de gözlerinde oluşacak kalıcı bir hasara rağmen hâlen ringe çıkmak ve dövüşü bitirmek istiyordu. 



Sonunda antrenörü üstün geliyor ve havluyu ringe fırlatıyordu. Dövüş bittiğinde Muhammed Ali yere yığılıyor ve taşınmak zorunda kalıyordu. Daha sonra Ali bu anın ölüme en yakın hissettiği an olduğunu söyleyecekti. Soyunma odasında Joe Frazier'ın oğlu Marvis'i[4] yanına çağırtan Ali, ondan babası hakkında söylediği herşey için özür diliyordu. Fakat Joe bunu öğrenince kabul etmiyor ve medya önünde bir özür beklediğini söylüyordu.


Daha sonra Muhammed Ali birçok kez Joe hakkında söylediklerini geri aldığını belirtti ve bunları sadece dövüşleri pazarlamak için yaptığını söyledi. Ali, Joe'ya karşı büyük bir saygı duyduğunu belirtsede Frazier'ın kini uzun süre dinmek bilmedi. 


7 Kasım 2011 günü Joe Frazier 67 yaşında hayata gözlerini yumarken, en büyük üzüntüyü yaşayanların başında Muhammed Ali geliyordu. Her ne kadar arkalarında bir dolu perde arkasında dönen dedikodular bıraksalar da, tarihe büyük izler bırakmayıda ihmal etmediler. Muhammed Ali'yi Muhammed Ali yapan Joe Frazier, Joe Frazier'ı Joe Frazier yapan da Muhammed Ali olmuştu. 


..............................................................................................................................................................................................
  1.  Uncle Tom, siyahilerin kendi aralarında beyaz gibi davrandığını düşündükleri bir diğer siyahi kişiye taktıkları lakap.
  2.  8 Mart 1971 tarihindeki Muhammed Ali ve Joe Frazier arasındaki ilk karşılaşmanın ismi "Fight Of the Centruy"dir.
  3.  Muhammed Ali o zamana kadar kariyerinde sadece 3 kere knockdown olmuştu.
  4.  Joe Frazier'ın oğlu Marvis Frazier'da daha sonra babası gibi ağırsıklet boksörü oldu ve Mike Tyson ile maç yaptı.






Ben Gençken... #10


Zlatan Ibrahimoviç (Malmö 1999)

Kitlelerin Afyonu #42


Lee Sharpe - Mark Hughes - Sir Alex Ferguson - Paul Parker - Eric Cantona 
(Moustache United)

2 Aralık 2012 Pazar

Keyif

Beşiktaş'ın son senelerdeki en büyük sıkıntısı gol atmaktı. Sürekli kısır geçen maçlar, kaos futbolu, kanser eden anlar çok can sıkıyordu. Ligin 14 haftası geçti ve Beşiktaş 14 haftada tam 32 gol attı. Maç başına ortalama 2.28 ve ligin şuan en çok gol atan takımı.
 
Geçtiğimiz 10 senede ise 14. hafta sonunda Beşiktaş'ın attığı gol sayısı şu şekilde;
2011-2012: 22 Gol (1.57)
2010-2011: 23 Gol (1.64)
2009-2010: 17 Gol (1.21)
2008-2009: 24 Gol (1.71)
2007-2008: 17 Gol (1.21)
2006-2007: 18 Gol (1.28)
2005-2006: 19 Gol (1.35)
2004-2005: 30 Gol (2.14)
2003-2004: 33 Gol (2.35)
2002-2003: 24 Gol (1.71)
 
Makro olarak bakarsak şuan ki ortalamanın üstünde geçen tek sezon var. Genelde şampiyon olan takımların 2 gol baremi tutturduğunu düşünürsek, bu baremde olan 2 sezon yaşandı ve 2 sezonda da Beşiktaş şampiyon olamadı. Şampiyon olduğu 2002-2003 ve 2008-2009 sezonlarında ise 14 haftayı 24 gol ile geçtiğini görüyoruz.
Beşiktaş'ın şampiyon olduğu 100. yılında 14. haftayı namaplup lider geçerken attığı 24 gole karşılık kalesinde sadece 8 gol yediğini görüyoruz. Bir sonraki sezonda ise yine aynı şekilde ilk 14 maçı 10 galibiyet 4 beraberlik ile namağlup geçerken 33 gol atıp 10 gol yediğini görüyoruz. Zira son 10 senede Beşiktaş taraftarının zihnindeki en güzel 1.5 sene Ağustos 2002 ve Ocak 2004 arasındaki periyoddu. Arada istisnai şekilde 2 gol ortalamasının üstünde geçen 2004-2005 sezonu var fakat Beşiktaş o sezon 14 hafta geçerken son 10 yılda 14. haftayı en kötü bitirdiği 8. sırada tamamlıyor, kalesinde ise 22 gol görmüş şekilde. Daha sonraki sezonlarda ise bahsettiğim gol kısırlığının başladığını görüyoruz ve devam eden sezonlarda Beşiktaş gol atma konusunda diğer zirve rakiplerinin hep gerisinde kalıyor. Burada 2008-2009 sezonuna ayrı parantez açmak lazım çünkü o sezon 7. hafta Mustafa Denizli geldikten sonra Beşiktaş özellikle ligin 2. yarısında sergilediği performans ile ilk yarıyı 6. sırada bitirdikten sonra teker teker rakiplerini geçerek şampiyonluğa ulaştı. Son 3 senede ise -Schuster ile hucüm futbolu sezonuda dahil- bu seneki gol ortalamanın uzağında kalındığını görüyoruz.
 
Savunmada yaşanılan bireysel hataları (Uğur Boral selam) bir kenara koyarsak bu sezon girilen gol pozisyonlarının fazlalığı, gol dağılımının rotasyondaki oyuncuların büyük çoğuna dağılması, kollektif olarak (Üründül was here) yapılan alan paylaşımı, 3. bölgede yapılan olumlu pas sayısının artması ve tabi ki gol sıkıntımızın şuana kadar olmayışı büyük keyif. 

1 Aralık 2012 Cumartesi

Ocak Dışısın

Tarihin en iyi aksiyon filmlerini say deseniz bunların içinde ilk akla gelicek filmler kuşkusuz 'The Bourne' serisindeki üç film olur. Yasal uyarı olarak öncelikle hala The Bourne serisini izlememiş olanlarınız varsa, yani öyle bir yanlışın içinde hala yaşayanlarınız varsa direk yazıyı okumayı burada kesip direk açıp filmleri izlesinler.


The Bourne Ultimatum ile nirvanaya ulaştıktan sonra "Abi bir sonraki filmde ölenler olur." diye beklemeye başladık. Tam 5 sene. Filme dair neler olabileceği yavaş yavaş haber olmaya başlarken, filmin senaryosunu yine Tony Gilroy'un yazdığını öğrendik, umutlandık. Biz yine yönetmen koltuğunda Paul Greengrass abimizi beklerken yönetmenliğide Tony Gilroy'un yapacağını okuduk. Greengrass'sız olur mu ki ? Nasıl olur ? diye merak ederken yeni filmde Matt Damon'ın oynamayacağını öğrenince direk yapacağınız filmi seveyim ben gidiyorum moduna girdim. Zira Matt Damon'sız bir Bourne filmi olamaz, olmamalıydı...


Yeni filme olan beklentilerim düşükken sinemada gitmekte istemedim. Filmi yeni izleyip bitirince anladım ki çok doğru yapmışım. Blog'a bayadır yazmıyordum ama film beklenti düşüklüğüme rağmen o kadar kötüydü ki birşeyler karalamak istedim.
Öncelikle cast seçimi "Edward Norton gelsin bizi kurtarsın" kafasında olmuş. Esas adam Jeremy Renner hiç olmamış zira herifi her gördüğümde bir sonraki sahnede Hulk'un çıkacağını bekledim.[1] Rachel Weisz ise filmde acayip şekilde Natalie Portman'a benziyor öyle böyle değil. 
Filme gelirsek;
- Filmin başları 3. filmin sonları ile çakışıyor ve Ezra Kramer'den Jason Bourne'un kaçtığını öğreniyoruz. Filmin saçma kurgusu ise Bourne kaçtı diye programdaki bütün elemanları öldürme çalışmaları ile devam ediyor. 
- Programdaki ajanların haplanmış Kaptan Amerika'lar olarak gösterilmeleri acayip berbat bir fikir olmuş. 
- Filmin başlarında Simon Ross'un öldürüldüğü Waterloo sahnesinden bir pasaj izliyoruz, heyecanlanıyoruz fakat filmin yaklaşık ilk 1 saatinde aksiyon yok. The Bourne serisinin devam filmi olduğu iddia edilen filmde 1 saat boyunca aksiyon yok, evet.
- Esas oğlan Aaron Cross'un geçmişine dair birşey yok. Tamam Irak savaşından dönmüş daha sonra programa girmiş ama yeterli değil. Motivasyonu ne bu adamın ? Bilmiyoruz.
- Bazı sahnelerde Jason Bourne'un resimlerini görüyoruz. Alaska sahnesinde yatağa adını kazıdığını görüyoruz . Can sıkıyor. Özellikle Aaron'ın rüyasında Jason tarzı sorgulama sahneleri görmesi çok yaratıcı olmuş. Gurur duyduk, aferim.
- Çok fazla gereksiz diyalog var. Özellikle ilk bir saat filmin altyapısını oluşturmak için o kadar çok diyalog giriyor ki bir an dram filmi mi izliyorum arkadaş diye düşünebilirsiniz.
- Yetersiz beslenmiş aşk hikayesi yaratmışlar. Jason-Marie ve Jason-Nicky hikayelerinin yanına bile yaklaşamaz. Yapılmak için yazılmış olduğunu görüyorsunuz zaten.
- Edward Norton en sevdiğim 5 aktörden biridir fakat şu filmde bu kadar kötü kullanılması ayrıca leş bir durum. 
- Manila'da ki kovalamaca sahnelerindeki çekimler çok kötüydü. Dar kadrajlar aksiyonun içine girmenizi engelliyor. Elimizde diğer filmlerdeki aksiyon verileri varken farkı daha iyi anlayabiliyoruz.
- Ultimatum'un Fas sahnesindeki Desh vari bir ajan yollanıyor esas oğlanı öldürmek için fakat eleman daha olayın içine giremeden ölüyor. 
- Final ise ayrı bir komedi. 'Çifte kumrularımızı' okyanusta mutlu mesut koy götüne rahvan gitsin minvalinde buluyoruz. 
- Filmin tek güzel yanı sonunda Extreme Ways  çalması. 

Kısaca film Bourne'un isminden gişe yapmaya çalışmış ucuz bir Amerikan filmi, o kadar. Benim gibi The Bourne hastası bir adam değilseniz ve bu tarz filmleri seviyorsanız, hoşunuzada gidebilir. Ama Identity, Supremacy ve Ultimatum'un yanında ismini dahi anmam. Bourne serisi benim için üçleme olarak kalıcak. 



[1] Jeremy Renner, yakın zamanda çıkan The Avengers filminde Hawkeye karakterini oynamıştı.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Ben Gençken... #9


Gennaro Gattuso (Perugia 1996)

Kitlelerin Afyonu #41


Ronaldo (Moskova 98)

Kitlelerin Afyonu #40


Bobby Charlton (Manchester United 1969)

Kitlelerin Afyonu #39


Ivan Zamorano (Inter 1997)

Kitlelerin Afyonu #38


David Trezeguet - Thierry Henry (Monaco 1999)

Ben Gençken... #8


Diego Armando Maradona (Arjantin 1977)

Kitlelerin Afyonu #37


Ronaldo - Youri Djorkaeff 
('98 Dünya Kupası)

Kitlelerin Afyonu #36


Ole Gunnar Solskjær

Kitlelerin Afyonu #35


Gabriel Batistuta

Kitlelerin Afyonu #34


Alessandro Del Piero